15 Ağustos 2015 Cumartesi

Mert Fırat, İstanbul’u ve Avrupa’daki Kentleri Anlatıyor!

KENT VE SAKİNLERİ


Öncelikle, İstanbul gibi bir mega kentte bir süredir yaşayan ve yurtdışındaki mega kentleri de gören birisi Mert Fırat… Yurtdışına ilk kez ne zaman çıktınız?
Küçükken Şam seyahatimiz var ama o sayılmaz. Benim baba tarafım Antakyalı; Şam’da, Halep’te kökleri var. Bir taraf da Kayserili, Çerkez kökenli; Arap-Çerkez karışımı bir etnik yapısı var aslında ailemin. Onlar bir dönem Şam’a, Halep’e gitmişler ama bilinçli olarak ilk yurtdışına çıkışım on beş yaşında oldu.

Çok küçük yaşlarda gittiniz herhalde Şam’a, değil mi?
Evet, Şam’a bir-iki yaşlarında gittim. Sonrakiyse Bulgaristan, Yunanistan, Romanya civarı oldu. Bir yarış vardı, kürek yarışı, onun aracılığıyla aslında. Sonrasında oraları merak ettiğim için de gittim. Orada şöyle bir şey var: Demir Perde ülkeleri olmalarından da kaynaklanıyor; Bulgaristan, Romanya ve Yunanistan’daki kültürel etkileşimi görebiliyordunuz. Ama tabii ki şimdilerde dönüşen dünyada -mesela en son gittiğimde gördüm- Yunanistan çok başkaydı, Selanik çok başkaydı. Yol üzerinde olduğu için orada bir süre durmuştuk. Selanik bambaşkaydı, Atina çok daha başkaydı. Yine de tabii ki aynı şekilde duruyor ama o gökdelenler ve kentsel dönüşüm meselesi dünyanın artık ortak problemi olmaya başladı. Avrupa’da şimdi şöyle bir şey var sanırım: İsveç, Norveç ve Danimarka’da -oraları gezdiğim için biliyorum, çünkü İsveç’te okudum, oralara yakın olduğu için gidiyordum- hem coğrafi koşullardan kaynaklı, hem kültürel etkileşimden kaynaklı -tabii ki dinin de çok büyük etkisiyle- bir mimari var. Ortak bir mimari! Ortak bir yapıları var, aslında şehirlerin ortak bir dili var. Kentlerde bu tür etkileşimler çok normalleşmiş durumda, ama mesela oradaki kentleşme ve büyüme hareketi hiçbir zaman kentsel dönüşüme uğramıyor. Yani oradaki eski yapı aynı şekilde korunuyor ve şehir dışına doğru genişliyor. Fakat Türkiye’deki kentlerde aynı şeyi göremiyorsunuz. Tam tersine Taksim’in ortasına birisi Demirören Alışveriş Merkezi’ni ‘çat’ diye dikebiliyor ya da bir arkasındaki sokağa birileri, ‘bizim paramız var’ deyip önce oradaki kültürü yok sayarak, oranın gerçek sahiplerini o muhitten çıkartıp ardından on tane firma, alanı kendi aralarında paylaşarak orada büyük bir proje başlatabiliyorlar. O mahalleyi ya da kentin kültürel bir kimliğini böyle pervasızca yok edebiliyorlar.

Bu sadece Türkiye’ye mi özgüdür, yoksa bütün mega kentlerin ortak özelliği midir?
Mega kentlerin ortak özelliği sanırım. Örneğin, New York’taki dönüşümün pek bilincinde değilim, ama Berlin’deki değişimi görebiliyorsunuz. Amsterdam için de aynı şeyi söyleyebiliriz. Her zaman bir alternatif yaratabiliyorlar. Londra’nın göbeğinde, ‘biz burayı, bu eski evleri yıkacağız, giydireceğiz ve buraya bir alışveriş merkezi koyacağız’ diyemiyorlar. Yani buna, ne oranın yerel belediyesi izin veriyor, ne hükümet izin veriyor. Şehircilik biraz oturmuş galiba orada.

Demokrasi geleneğiyle de bağlantılı bir durum değil mi bu?
Hem demokrasi geleneğiyle bağlantılı, hem kazanılmış haklarla bağlantılı, hem de halkın biliciyle alakalı. Bu aslında bir kültür politikası olmamasından tutun da demokrasinin nasıl edinildiğine kadar giden bir tartışma konusu olabilir. Magna Carta’nın ortaya çıktığı bir ülkede bir binaya ya da bir kültüre, bir kent hayatına sahip çıkışta ya da kentin kültürel dokusuna sahip çıkışta da aynı hareketi ve aynı bilinci görüyorsunuz. Ama burada onu göremiyorsunuz. Biz Emek Sineması yıkılmasın diye mücadele ediyoruz işte. Birçok insan mücadelesini veriyor, platformlar kuruluyor, yarışmalar yapılıyor, eylemler düzenleniyor ama o inşaatı bir yere kadar durdurabiliyorsun. Yani o sinema binasının -yıllardır var olan, orada bir kültürel hayatı inşa etmiş bir yapının- yok edilişini durduramıyorsun, ama işte İngiltere’de böyle olmuyor. Galiba bu siyasi yaşamın tamamında da böyle. İngiltere’de hesabını veremediğiniz bir cinayet işlendiğinde suçlusu devlet ya da devlete bağlı herhangi bir kurum ise o hükümet düşer.

Burada düşmüyor.
İstifa etmez ama halk düşürür. Halk ‘istemiyoruz’ der ve düşürür. Bizde bu mümkün mü?

Bizde mümkün değil. Geçmiş yıllarda asbestli çayları içip, “Bakın, bana bir şey olmuyor,” diyen bakanlarımız vardı, biliyorsunuz.
En son süt mevzuunda mesela, bir Avrupa ülkesinde olsa bakan çoktan istifa etmişti. Dahası, insanlar ölüyor her gün. Bunu durduramıyorken bir binanın, bir kültürün, bir kent yaşamının yok edilişinin hesabını veremiyorsanız, birine soramıyorsanız tartışma bir anda kesiliyor. O zaman diyorsun ki: “Bireyler bunun bilincinde mi acaba; ya da seçtiğimiz iktidar?”



“Mahallenin delisi olalım!”


Burada haber bombardımanı denen şey -ya da teknoloji faktörü- devreye giriyor. Yani çok çabuk da unutulabiliyor. Diyelim halk bir şeye tepki gösteriyor, birkaç hafta içinde tamamen unutuluyor. İnanılmaz bir hız, ‘hız çağı’ diyorlar ya.
Evet, kesinlikle öyle. Dünyanın çeşitli yerlerinde başka ülkelerde de aynı şey oluyor ve onlar unutmayıp sahip çıkabiliyor. Bizdeki medya kanalıyla gündemle oynama meselesi vatandaş üzerinde nasıl ki bir şekilde işliyorsa Amerika’da da bir şekilde işliyor olması lazım ama orada vatandaşlar bırakmıyorlar peşini. Yani bunu kendine bir dava konusu yapıyor ve peşine düşüyor. Hükümetlerin hiçbir zaman üstünü örtemedikleri şeyler oluyor. Yoksa Tony Blair hâlâ kalırdı. Ama İşçi Partisi -ne bileyim- Amerika’yla birleşip Kuzey Irak’a girince onu da yolladılar. Ha bu arada, ‘İngilizler bu konuda çok iyi ilerliyorlar’ da demiyorum. İngiltere’de de işleyen bambaşka bir mesele var tabii ki, gündemin yine üstü örtülüyor. Ama bizdekinin biraz da mahallesine sahip çıkmayan bir yapı içinde olmamızdan kaynaklandığını düşünüyorum. Biz -bırakın mega kenti- doğduğumuz kasabaya, köye sahip çıkamıyoruz ki. Ya da kapımızın önündeki inşaata ‘bir dakika, kimden izin aldınız, niye burayı yapıyorsunuz, ne oluyor?’ falan diye sahip çıkıp peşine düşmüyoruz. Eğer peşine düşüyorsanız da ‘mahallenin deli’si ilan ediliyorsunuz. ‘Bu da arıza valla, şurada balkon yapılıyor ne olacak ki?’ filan gibi. ‘Her şeye karışıyor’ oluyorsunuz. Biz her şeye karışmalıyız oysa.

John Zerzan bir makalesinde şöyle bir sav atıyor ortaya. Mealen söylüyorum: Önceden yaşadığımız yer ‘biricik’ti. Belli şeyler yaşadığımız yere özgüydü. Yani yaşadığımız yerin hiçbir yerde benzerinin olmamasından bahsediyor. Ama modernleşmeyle birlikte yaşadığımız yerin biricikliğinin ortadan kalktığını söylüyor. Örneğin, New York’la İstanbul arasındaki farklar bir anda ortadan kalkmaya, New York’ta yaşamakla İstanbul’da yaşamak arasında hiçbir fark kalmamaya başlıyor. Şimdi tam da bu konuyla ilgili aklıma Fransız yazar Pascal Quignard geliyor. Onun Amerikan İşgali adlı bir romanı var. Orada İkinci Dünya Savaşı sonrasında Paris’teki şehir hayatının nasıl değiştiğini anlatıyor. McDonald’s’ların açılması, Amerikan kültürünün hâkim hale gelmesi, vesaire... Yaşadığımız yerin biricikliğinin ortadan kalkması tam olarak modernleşmeyle mi ilgili, yoksa Amerikan kültürünün doğuya yayılmasıyla mı ilgili?
Bence kent hayatı ile ilgili. Henri Lefebvre’nin Gündelik Hayatın Eleştirisi diye bir kitabını okumuştum, onun kaynakçasına gireceğim: Amerika’nın ve kapitalizmin -galiba ‘başta Amerika’ demek daha doğru- artık her yere girdiği ve insanların iştahını kabarttığı noktada kendi doğduğun evi bile yıkıp artık onunla tüm bağını kopararak oraya bir gökdelen dikmek hevesindeysen -onu yok edebiliyorsan-, zaten oradan geri dönüş çok zor oluyor. Yani artık şöyle oluyor: Maneviyat mı, maddiyat mı?


“Gelişme çılgınlığı denen bir şey var!”


Maddiyat.
Benim için maneviyat oluyor. Zaten kapitalizmin en büyük başarısı orada. Yani kendi doğduğun evi, büyüdüğün mahalledeki o evi yıkıp onun üzerine bir apartman dikip oradan on daire almak senin için yaşam tarzı ve başarıysa zaten geçmiş olsun. Bu örnekler genelde İstanbul’un Maslak’ı için çok geçerli. Maslak’ta mesela gökdelenler artık ucu bucağı olmayan, Zincirlikuyu’ya uzanan bir alanda. Övünüyoruz mesela; ‘İstanbul’un gökdelenleri Silikon Vadisi’ne dönüşecek’ diye göbek atacağız neredeyse. Galiba bizim olanı nasıl yok ettiğimizi gören Amerikalılar için, kapitalizm için parlıyoruz: ‘Vay be nasıl ikna ettik ve hâlâ nasıl bu şekilde yaşatıyoruz, inanamıyorum’ falan diyordur adamlar. Buraya açılış yapmak için bir Amerikalı geldi kızı ve damadıyla birlikte. İnşaat başlattılar. Trump Towers. Eminim adam öyle diyordur ya da kızı böyle diyordur: “Nasıl bu kadar kolay ikna olabiliyorlar?” Kız, “Sekiz kat dikerim.” diyor ve bir kasabaya dikiliyor. İnsanlar nasıl seviniyor olabilir? ‘Aslında modernleşiyoruz.’ O sokağın, o caddenin, o trafiği nasıl kaldıracağını nasıl hesaplıyor acaba? ‘Bir dakika yaa, Trump Towers güzel de buraya iki tane gökdelen diktik, orada iki yüz aile olacak, en azından ikişer arabaları olacak ve iki yüz -ya da üç yüz- araç buradan çıkacak, bu trafik nasıl olacak?’ En basitinden -doğayı, görüntüyü bir kenara bırakın- bunu da mı planlayamıyor, düşünemiyorlar? Düşünemiyorlar. Kapitalizm tam olarak böyle bir şey herhalde. Kesinlikle Amerika’nın büyük etkisi var, ama belli bir noktadan sonra artık maneviyatı da bir kenara bıraktıran şey kapitalizm. Modernleşmeyle alakalı. Adına ‘vahşileşme’ diyebiliriz. Eskiden modernlik çok masum bir şeydi; tam tersi, heyecanlandırırdı. Oysa artık şöyle diyorsun: ‘Modernlik mi?’ O kadar masum değil yani.
Biraz önce Balkan ülkelerinden bahsederken, ‘Oraların kendine özgü bir yapısı vardı’ demiştim. Artık Atina değişti, Selanik değişti. İstanbul da artık eski İstanbul değil. Ben İstanbul’a geleli altı yıl oldu. Buradan önce Ankara’daydım. Şimdi Ankara da eski Ankara değil. Artık ben Ankara’ya gittiğimde yolumu bulamıyorum. Sistem şöyle bir şey: Eğer kentsel dönüşüm şehrin yapısını başka bir şeye çevirmek istiyorsa, gerekirse sola dönüşü kaldırıyor. Ankara’da öyle, sola dönüş yok. Buradan dümdüz gitmeni istiyor. Dümdüz git ki orası popüler olsun. Merkezi kaydırmak diye bir şey var. Bunların hepsi bilinçli yönlendirmeler ve planlar.

Cumhuriyet’in başlangıcıyla da alakalı olabilir mi?
Cumhuriyet’in başlangıcıyla da alakalı, şu anki ikinci dönemle de çok alakalı olabilir. Ama Cumhuriyet döneminde hiç değilse şöyle bir şey var: Kızılay’daki cadde ya da sokak için ‘burası en az dört şeritli olmalı’ ya da ‘beş şeritli olmalı’ diyor. Oraya koyduğu öyle bir kural var. Tabii ki oradaki kültürel hayatı yok ediyor.

Ankara şimdi Cumhuriyet’le birlikte zorlama bir projeydi ya, bu siyasi proje her yeri vuruyor.
Tam ona temas edeceğim. Yani beş şeritli yol görünce ‘ne kadar ileri görüşlü’ diyorsun, ama bir bakıyorsun ki oradaki eski Rum evlerinin tamamını yok ediyorlar. İtiraz ediyorsun, o zaman da ‘ama o olmasa gelişme olmayacaktı’ diyorlar. ‘Gelişme olmayınca şöyle olacaktı, böyle olacaktı.’
‘Gelişme çılgınlığı’ denen bir şey var yani.


“Dünya tek başına yaşanılabilecek bir yer değil!”


Mesela sur örneği var, İstanbul’un surları. Şimdi birçok kentte surlar artık kentin içinde kalan dokular oldu. Ama kentin içinde olmasına rağmen kent dışına itilmiş durumdalar. Mesela İstanbul’un surlarındaki o gediklerde evsizlerin yaşaması... Bu aslında kentin belli kesimini yaratan bir durum. Onu diğer kentlerden ayıran, kendine özgü tabakası. Ama kimi insanlar kentin içinde olmalarına rağmen zamanla kentin dışına doğru itiliyorlar. Bir bakıma, toplumun dışına itiliyorlar.
Kayseri’deki surları kaldırdılar. Gerekirse öyle de yaparlar. Dolayısıyla kimse itiraz etmiyor, sahip çıkmıyorsa aynı şekilde devam ediyor. Marmaray için tünel kazıyorlar ya, bir sürü tarihi eser buldular, bir donanma çıktı, üstünü kapatıp devam ettiler. Onun tartışması bitti, unutuldu. Kimse sahip çıkmayınca ne olacak ki? Üç tane akademisyen çıkıyor, bununla ilgili ses yükseltip makale yazıyor, bir şeyler yapmaya çalışıyor. Ardından kimse gelmeyince ‘deli’ oluyor, ‘düzen bozan’ oluyor. Peki bunun karşılığında -konuşuyoruz ya-, biz ne yapmalıyız?

Ben de tam onunla ilgili bir soru soracağım: Son yıllarda gerek Amerika’da gerek Türkiye’de modernizmi simgeleyen ne varsa insanlar tarafından reddedilmeye başlandı. Bizde de inanılmaz derecede modernizm düşmanlığı var. Son yıllarda yaygınlaşmaya başladı. Yani çalışmanın insana ıstırap veren yoğun temposu -üretim ilişkilerinden bahsediyorum tabii-, okuma yazma kültürü vb... Mesela Amerika’da anaokulu ve ilkokul öğrencilerinin önemli bir bölümü okumak istemiyor, okula gitmek istemiyorlar. Ama doğrusunu söylemek gerekirse, şimdi ne yapacağımızı da tam olarak bilemiyoruz. Dediğim gibi, eko-köylere de gidemeyiz. Gidersek laptopumuz ve cep telefonumuz yanımızda olacak... Ne yapacağız, karşısına ne koyacağız, ne dersiniz?
Karşısına neyi koymak gerekiyor? Açıkçası benim de onunla ilgili pek bir fikrim yok, ama şu var: Galiba bireysel kurtuluşa dönüşmeye başladı her şey. Mesele oraya çekilmeye başlandı. Bu beni biraz rahatsız ediyor. Hani sadece kendini kurtarmaya yönelen bir süreç yaşanıyor. Dolayısıyla insan başka bir ülkeye yerleştiğinde ya da ekonomik olarak kurtulduğunda...

Kurtuluş sadece ekonomik olarak değil ama, değil mi? Zihinsel yönü de var.
Tabii ki zihinsel kurtuluş da var, ama zihinsel kurtuluşu bir kenara bırakıp sadece ekonomiyi düzeltmenin bir kurtuluş olduğunu öğreten bir sistemin içinde bireysel olarak ve başkalarına faydası olmadan bir kurtuluş bu. Şu anda var olanı teşhis etmek anlamında söylüyorum. Kendi kurtuluşunu -kendi ekonomik özgürlüğünü- tesis edip kendini kurtarman tavsiye ediliyor.
Galiba neyi feda ettiğimizi sürekli olarak unutturdular bize. Yani bu bireysel kurtuluşun içinde bunu hatırlamak lazım. Hayat bizden neyi rica ediyor? Şu anda bulunduğumuz yerde olmak için biz neleri kaybettik, nelerden vazgeçtik? Hangi ilişkilerden, hangi fırsatlardan -‘fırsat’ derken bireysel kazanım olarak fırsatlardan, manevi fırsatlardan bahsediyorum- yoksun kaldık? Bunları hatırlatmak gerekiyor galiba. Yani şu anki vahşi kapitalizmin, hırs kültürünün, şiddet kültürünün içindeki durumu ancak geriye döndürerek bir şeyi geliştirmeye yönelik adım atılabilir. Yani bireysel kurtuluşun bir kurtuluş olmadığı, hiçbir zaman dünyanın tek başına yaşanılmayacağı fikrini anlatmak gerekiyor sanırım. Bunu nasıl anlatacağız, nasıl bir yol izlenecek, onu ben de bilmiyorum. O rahatlığın ne olduğunu, rahat hissettiğin yerde neyi kaybettiğini bilmek lazım. Yani o köprü yapıldığında neleri kaybedeceğini anlatmak lazım. Galiba kapitalizmle mücadelenin -ya da kentsel dönüşümle mücadelenin- yolu yine paradan geçiyor. Bunu ‘birinin parası olursa biz onlarla daha iyi mücadele ederiz’ anlamında söylemiyorum. Fakat kentsel dönüşüm için de onları bu mücadeleye sevk eden ve heveslendiren şey para değil mi? Dolayısıyla vatandaş, ‘bir dakika, buradan adamlar para kazanacak, dolayısıyla ben daha iyi hizmet alacağım, dolayısıyla ben daha iyi hizmet göreceğim’ diyor. Sanırım şuna uyandırmak gerekiyor: ‘Bir dakika, bu tarihi eserler (çünkü artık tarihi eser Taksim’deki, İstiklal’deki Emek binası ve bunun gibi yüzlercesi) daha büyük bir değer. Senin dikeceğin gökdelenden daha yüksek bir ederi var şu anda bu toprağın, sen onun farkında mısın?’ Galiba halkla -ya da kitleyle- böyle konuşmak gerekiyor. ‘Dört yüz milyon dolar mı kazanacaklarmış? Şu anda buranın değeri yedi yüz milyon dolar.’ O zaman şunu demek gerekiyor: ‘Bak, şu kadar para gidiyor. Bak, senin şu kadar paranı şuraya attılar.’

Zihniyet yapılarını değiştirmek gerekiyor.
Türkiye’deki nüfusun ne kadarı 480 milyar doların bir kısmının kendisine ait olduğunu biliyor? Kimse bilmiyor. Bilse de bununla ilgili bir şey yapabileceğini biliyor mu sizce? Diyelim ki beş yüz milyon dolar Türkiye’nin bu seneki bütçesi. Şimdi ben gidip kişi başına düşen 20 bin doları isteyebilecek miyim? Şunu diyebilecek miyim: ‘Madem bana TC kimlik numarasını verdin, ben 20 bin dolarımı istiyorum abi, alacağım o parayı; 20 bin doları yatırın, görüşmeyelim abi hiç. Ben elektrik istemiyorum, su istemiyorum, eğitim istemiyorum, hiçbir şey istemiyorum. Ben kendim o 20 bin dolarla yapacağım ne yapacaksam.’


“Kültürel değerlerimize ve tarihi eserlere sahip çıkmalıyız!”


Kent kültürünü, kent bilincini insanlarda uyandırmanın yolu nedir sizce?
‘Bak arkadaşım, buranın ederi şu ve daha fazla para kazanabilirsin. Madem sen buranın para kazanmasını istiyorsun, ekonominin dönmesini istiyorsun, bu şekilde daha fazla para kazanılabiliyor.’ Ya da, ‘Bu tarihi eser yıkılmadığı sürece daha fazla para kazanılıyor.’ İnsanlara bunu anlatmak gerekiyor.

Zaten turist de bir kentin tarihi kültürü için gelmiyor mu kente?
Tabii ki. Ama bunu çok net anlatmak gerekiyor: ‘Bak işte, şu an görebilirsin, bilmem nereye üç turist girdi, şu kadar para harcadılar, çıkıyorlar.’ Onlar bunu görmek istiyor. Bu kadar reel bir şey istiyorlar. Şundan bahsediyorlar: ‘Gökdeleni dikeceğiz, elli kat yapacağız ve her birini bir milyon dolara satacağız. Oraya bir alışveriş merkezi yapacağız, getirisi yüz milyon dolar. İki tane mi dikeceğiz? İki yüz milyon dolar.’ Peki, o paranın takibini kim yapıyor? Hadi diyelim ki kabul ettik ve gökdelenler dikildi. Diyelim ki iki yüz milyon dolar gitti. İki yüz milyon doların hepsi gitmiyor ya, yüzde on sekizi büyükşehir belediyesine gitti. Hani nerede, nereye kullandınız o parayı? Eğer hepimiz kapitalist olduk ve bu düzene tamam diyorsak, imar yasası çıkartıp bütün orman arazilerini peşkeş çekiyorsak, hepsine razıysak, o zaman bu para nereye gidiyor, onu bir görelim. İskandinavların bizden ayrıldığı nokta biraz öyle bir şey. Hesabını soruyor onlar. Belediyenin içinde sadece belediye encümeni, belediye meclisi kurmuyor. Onun haricinde ayrıca STK’lar örgütlenme içine giriyor ve hesap soruyorlar: ‘Nerede para, nereye harcadınız?’

Ama Türkiye’de de son yıllarda daha aktif STK’lar.
Ama şöyle bir şey de var: Dönemin başbakanı çıkıp da, ‘Kim canım onlar! Bizde onların belgeleri var,’ deyip, o STK’nın bütün imajını sarsıp yok etmemeli, edememeli. Öyle bir denetleme yapısı olmalı. Onun şöyle olması lazım: ‘Bir dakika, bizim kendi aramızda bir meclisimiz var. Biz üye seçiyoruz.’ Ne kadar üyesi varsa o derneğin gidip oraya bakmalı, denetlemeli. Seçim zamanı halkın dönüp ‘bu dernek ne yapıyor, ne oluyor, neresi bitmiş’ diyebileceği, güvenebileceği bir yer olmalı. O işleyişte olması gerekiyor. Avrupa’da bu var. Üç tane, beş tane kurulu dernek var ve istediğin zaman gidip bakıyorsun. Sana yaptıklarının hesabını vermek zorunda. Düzenlemeye göre bazı şirketlerin iç hesaplarını, vergilerini, ne olup bittiğini kendi internet sitelerinde yayınlaması gerekiyor. Şimdi bu şeffaflığı biz devletten ya da belediyeden de bekliyoruz. Sen nasıl ki maliye olarak benim şirketimin muhasebesinde beş yıl oturup hata yapmış mıyım diye bakıyorsan, ben de vatandaş olarak ‘ne yaptınız, bu para nereye gitti, sen nasıl bir anda altı trilyon para yaptın’ diyebilmeyi istiyorum. Şimdi maliye bakanı ne derse, öbürü ne derse ‘peki’ diyoruz. ‘Peki!’ Buradan düşünmek gerekiyor, halkı buna uyandırmak gerekiyor. ‘Arkadaşım, beş yüz milyar dolar bir para var ya bu ülkede, neden bunun peşine düşmüyorsun? Bir lira için sokakta millet birbirini kesiyor, olmayacak insanlar cinayet işliyor.’ Galiba yöntem yine -gerçekten- para! Parayla uyarmak gerekiyor vatandaşı. Sadece yazılar yazarak böyle bir bilinç uyandırmak, herkesi sokağa çağırmak değil tek başına. ‘Bakın, böyle bir paranız var, gelin paranızın hesabını sorun,’ demek gerekiyor.

Bu güzel söyleşi için çok teşekkür ediyoruz.
Ben teşekkür ederim.


Bu söyleşi, 2012 yılında Mesai Sanat gazetesi için yapılmıştır.



Söyleşi: Emre Dalkıran

1 yorum:

  1. Parayla nereye kadar uyarılabilir ki? İnsanlara daha küçükken asıl önemli olanın ne olduğu öğretilip kişiselleşmekten kurtarılmalı.

    YanıtlaSil