1 Ağustos 2012 Çarşamba

Okuma üzerine yazma denemesi




“Yazarın okurla eşitlenmesinden de öte, okura öykünmesinin bir anlatısı olan Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu’da sanki, ‘ben yazar olmaya mahkûmum ama şu yazdıklarımı okumanın zevki erişemeyeceğim bir zevk, dolayısıyla bu zevke erişmemeye mahkûmum’ diyen bir yazar duyulur.”

Don Kişot’tan Bugüne Roman, Jale Parla

Okumanın bir tür yalnızlık olduğunu, özne ve nesne arasına üçüncü bir ‘şey’in girmesinin mümkün olmadığını söylememe gerek yok sanırım. Bu nedenle çok çeşitli, hatta lafı biraz daha ileri götürürsek, sayısız okuma tarzının olduğu su götürmez bir gerçek. Italo Calvino’nun Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu romanı, okumak-okur-yazar noktaları arasında gidip geliyor. Sadece başlangıçlardan oluşan bir roman bu; on farklı roman başlangıcı. Bu on öykünün sonunun getirilmemiş olduğunu söylemekse güç. Calvino’nun kendi belirttiği gibi, yarım bırakılmış, bitirilmemiş sonlar var.
Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu, kayıp metinlerin peşinden sürüklenen ‘ortalama’ bir okurun hikâyesi. Böylece okuru ve okuma eylemini merkeze oturtan bir kitap. Başlı başına incelemelere konu olabilecek noktaları var kitabın. Fakat benim, bu kısa yazıda üzerinde durmak istediğim sadece birkaç sahne var kitaptan. Özellikle, kitabın başkişisi olan Erkek Okur’un kayıp metinlerin peşindeyken yaşadığı serüvenlerin ardından bir kütüphanede yedi okurla tanıştığı sahne, yazıma neden okuma tarzlarının çeşitliliği mevzusuyla girdiğimi anlatmaya yardımcı olur diye düşünüyorum.
Öncelikle, neden yedi okur? Jale Parla’nın ifadesiyle bu, romanın simetrisini tamamlıyor. Yedi okur ve romanın başkişileri olan Erkek Okur ve kadın okur Ludmilla’yla birlikte dokuz okurdan ve dolayısıyla dokuz okuma tarzından bahsediyoruz. İşte, romanın bahsedilen simetrisini tamamlayan onuncu okur da biz oluyoruz.
“Bir sınır çizgisi var: Bir yanda kitapları yapanlar var, öte yanda da onları okuyanlar. Ben okuyanlardan biri olarak kalmak istiyorum, bu nedenle kendimi çizginin hep öte tarafında tutmaya özen gösteriyorum.” Ludmilla’nın bu sözleriyle okur ve okuma ediminin arasına okuma eyleminin kendisinden başka hiçbir amacın girmemesi gerektiğini anlatıyor Calvino. Okumadan alınacak keyfin ancak bu şekilde gerçek olacağı kesin. Kitabın atmosferine kapılarak, bize kısa süreliğine de olsa sunduğu bir diğer yaşamın içine sızarak. Fakat çağımızın getirdiği sonuçlardan biri de çoğu kişinin kendisini ifade etmek için yazılı bir alanı tercih ediyor oluşu. “Elbette okur sayısı da gittikçe artıyor,” diyor Ludmilla, “ama kitapları, başka kitap üretmek için kullananlar, kitapları yalnızca okumayı sevenlerden daha hızlı çoğalıyorlar.” Amacı keyif almak olan bir okur Ludmilla. Sanırım ideal okur.
Romanın Calvino’yla özdeşleşen yazar kahramanı Silas Flannery, işte tam da bu mevzunun acısını çekiyor biraz da: Kendisiyle okuma edimi arasına giren bir üçüncü ‘şey’. “Bir tarafsızlık içinde okumayalı kaç yıl oldu?” diye soruyor güncesinde, Silas Flannery. Aslında, mesleki olarak metin üretmek zorunda olan herkesin sorabileceği bir soru bu. Zaten buradaki amacım da bu özel örneklerden yola çıkıp belli genellemelere -genellemeler pek tutarlı olmasalar dahi- varmak. İşte, Silas Flannery güncesinde şöyle devam ediyor: “Yazmam gerekenle arasında ilişki kurmadan, başkalarının yazdığı bir kitaba şöyle bir teslim olmayalı kaç yıl oldu? Dönüyorum, beni bekleyen yazı masam, kâğıt takılı daktilomu, başlamam gereken bölümü görüyorum. Yazının kölesi olalı beri benim için okuma keyfi kalmadı.”
Bir lambaderin aydınlık ışığı altında, koltuğa rahatça oturup belki ayaklarınızı bir pufa uzatarak kaygısızca, yeni yazacağınız metinlere, kitaplara, öykülere daha iyi temeller sağlama amacı gütmeden bir kitabı okumanın keyfini sürdünüz mü; sürecek misiniz? İçinde bulunduğumuz çağda okuma nesnesinin ve okuma eyleminin karmaşıklaştığını görüyoruz. Sanırım bu yüzden bu soruya cevap vermek de güçleşiyor.
Calvino’nun baştan sona yazarlık dehasıyla örülü kitabının bir diğer ve asıl sahnesine geçiyoruz şimdi; kütüphanedeki yedi okurun kendi okuma tarzlarını anlattıkları kısım. Birinci okur, Barthes’ın da bahsettiği okur türü: Kitaptaki satırların, imgelerin zihninde yarattığı çağrışımlarla düşlere ve hayallere dalan, kitaptan bir süre sonra koparak hayalindeki imgeleri izleyen bir okur bu. İkinci okur, birinciyle tezat oluşturacak şekilde kitabın, ‘çevresinde bütün geri kalanın döndüğü, yapıtın çekirdeğini oluşturan elzem parçacıklar’ını yakalayabilmek için bir an olsun okumadan kopmayan bir okur türü. Üçüncü okur ise bir kitabı her okuduğunda sanki ilk defa okuyormuş duygusu yaşadığından bahsediyor. Dördüncü okur için de Jale Parla’nın tespitini aktarmam daha doğru olur diye düşünüyorum: “Dördüncü okur, üçüncüyle aynı fikirde olmakla birlikte, tüm okumaların eğitilmiş okuma olduğuna, masum bir ilk okumanın mümkün olmadığına, her metnin daha önce yazılmış (ve okunmuş) tüm metinlerin bir uzantısı olduğuna inanır.” Beşinci okur bütün kitapların hep aynı, kayıp, mitik kitaba çıktığından bahseder; okumalarında ilk kaynakları arayıp bulan bir okur tipi o. Altıncı okur için okuma edimi asla tükenmeyecek bir tutku halindedir: “Hayal gücünüzü harekete geçirmek size pek az şey yetiyorsa, bana çok daha azı yeter: Okumanın vaat ettikleri.” Yedinci ve son okurda da okumanın anlamı ‘kitabın seni götürmek istediği varış noktası’nda, sondadır.
Bu liste böyle uzayıp gidebilir sanırım. Barthes’ın, Iser’in, Kristeva’nın, Frank Kermode’un bize çizdiği okur tiplerinin yanı sıra bunların daha farklı varyasyonlarının olduğuna eminim.
Peki, siz nasıl bir okursunuz, hiç düşündünüz mü? Ludmilla gibi, iki kapağın arasındaki her şeyi kaygısızca, keyifle okuyan bir okur musunuz; yoksa Silas Flannery’nin yakındığı keyifsizlik halini siz de yaşıyor musunuz? Calvino’nun Amerika Dersleri’nde, satırarasında belirttiği gibi, okumak bir sanattır. O sanatı nasıl icra ettiğimizi bir düşünmeliyiz sanırım.


Emre Dalkıran




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder