22 Ağustos 2015 Cumartesi

Batan Gemi


Merdivenin ikinci basamağına uzattığı ayakkabısının bağcıklarını bağlarken acele ediyordu. Her zamanki gibi işe geç kalmıştı. Merdivenlerden koşarak inip apartmanın dış kapısını araladığında, gökyüzündeki karanlık bulutları fark ederek ceketini giymesi gerektiğini düşündü. Beşinci kattaki dairesine geri dönmeyi gözü kesmedi. Gömleğinin üst düğmesini ilikleyerek hızlı adımlarla sokağın sonundaki otobüs durağına doğru yürüdü.
Durağa vardığında yağmur çiselemeye başlamıştı. Kapalı bölümde yığılı kalabalık otobüsün yanaşmasıyla birlikte ite kaka yerlerinden ayrılınca, balık istifi halindeki yolcuların arasına sığışmak için mücadele etmeye başladı.
Havasız ve yoğun ter kokusu içerisindeki otobüste âdeta tek ayağının üzerinde yapmış olduğu yaklaşık bir saatlik yolculuğunun sonunda, Beyazıt Meydanı’ndaki durakta inerek Kapalıçarşı tarafında bulunan pastaneden sıcak bir simit aldı. İlk ısırıkta birkaç gün önce dolgusu düşen dişinin onu yerinden havaya sıçratacak derecede basınç yaparak ağrımasıyla okkalı bir küfür savurdu.
İşyerine vardığında, onu kapıda karşılayan personel müdürünün gülümsemesi pek hayra alamet şeyler olmayacağının habercisiydi. Dar koridordan geçerek masasının bulunduğu bölüme ilerlemek üzereyken, biraz önce sırıtan adam, ciddi ve kararlı bir ses tonuyla, “Mustafa Bey, odamda biraz konuşabilir miyiz sizinle?” dedi.
Geç kalması yüzünden duyacağı nasihat ve iğnelemelerle dolu bir konuşmaya kendini pek de hazır hissetmiyordu bu sabah. Suratı ekşidi, canı sıkıldı ve dişinin ağrısı bir kat daha arttı. Müdürün aralık bıraktığı odasının kapısından içeriye süzülerek can sıkıcı konuşmasının başlamasını bekledi.
Kısa bir müddet sessizlikten sonra boğazını temizleyen adam, önce elinde tuttuğu sarı bir zarfı çevirmeye başladı, sonra Mustafa’nın gözlerinin içine bakıp gülümseyerek, “Oturun lütfen.” dedi.
Bu normal bir geç kalış azarlaması olmayacaktı belli ki. Endişe dolu gözlerine masumca bir de bakış yerleştirerek, “Efendim... şey... bugün...” diyerek başlamak istedi bahanelerine ama pek fazla bir şey de gelmiyordu aklına.
“Sorun geç kalmış olmanız değil Mustafa Bey.” dedi müdür onun zaten tamamlayamayacağı konuşmasını beklemeden.
“Şirketin durumu ortada ve sizin de bildiğiniz gibi birkaç aydır zarar ediyoruz.”
“Evet ama bu yalnızca bizim için geçerli bir durum değil, piyasa çok...”
Müdür yine araya girerek böldü konuşmasını, “Evet... Piyasalar çok sallantılı ve işler durgun. Bu hiçbirimizin suçu değil elbette, fakat... fakat bizler de önlem alıp bazı şeylerden kısıtlama yapmazsak... Yani... bu gemiyi batırmamamız lazım öyle değil mi?”
Konuşmanın nereye varacağını kestirmek zor değildi. Bu dakikadan sonraki söyleyeceklerinin tamamen gereksiz, boş ve sonuca varmak için kibarca kovulduğunu işaret eden sözler olacağının bilincindeydi. Konuşmanın uzaması can sıkıntısının ve ona karşı duyduğu öfkenin artmasından başka bir işe yaramayacaktı.
“Anladım... Tamam o zaman Kamil Bey,” dedi, “elinizdeki zarf da bana ait herhalde değil mi?”
“E... evet, sizin alacağınıza...”
“İmzalamam gereken evraklar da vardır muhtemelen. Fazla vaktinizi almadan imzalayayım o halde.”
Daha fazla Kamil Bey’in yüzünü görmek ve bu işkencenin uzamasına da tahammül etmek istemiyordu. Masanın üzerindeki önceden hazırlandığı belli olan kâğıtlara kısa bir göz atarak altlarını imzaladı ve müdürün elindeki zarfı da çekerek aldı. Kapıya doğru yürürken duraklayıp arkasına döndü ve “Size de... geminize de...” dedi adamın gözlerinin içine öfkeyle bakarak. Daha sonra yüzüne sahte bir gülümseme yerleştirip, “Başarılar dilerim. Umarım dümeni elinizde kalmaz.” dedi.

Dışarı çıkmak için araladığı kapıyı sertçe çarptı ve hızla ayrıldı oradan.

Mağlubi

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder